Din, Sadece İnsanlara mı Özgü?
Din, dünyanın var oluşundan belki de daha öncesine dayanan toplumda kimlik, çatışma veya kültürel hafıza etkisine sahip olmuştur. Bu bağlamda, sosyolojik açıdan yalnızca inanç sistemlerinden ibaret değildir; aynı zamanda toplumsal düzeni şekillendiren, değerleri aktaran ve bireyler arasında bağ kuran bir yapıdır. Benim fikrime göre sadece insan toplumuna ait değil aynı zamanda hayvan toplumlarında sahip olduğu bir sistem ve değerdir.
İnsanla sınırlı olmayan bu toplumsal örgütlenme biçimini anlamlandırmak için, öncelikle dinin insan toplulukları içindeki işlevlerine yakından bakmak gerekir. Din sadece metafizik inançların değil ayrıca bireylerin ve toplumların yaşam biçimini, değer sistemini ve toplumsal ilişkilerini şekillendiren çok katmanlı bir kurumdur. Sosyolojik açıdan bakıldığında din, bir topluluğun kutsal kabul ettiği semboller, ritüeller ve normlar aracılığıyla "kolektif aidiyet ve düzen" oluşturan bir yapıdır. Bu yapı bireylere yaşadıkları dünyaya dair anlam üretmelerini, grup üyeliği hissetmelerini ve ahlaki normları içselleştirmelerini sağlar. Nitekim sosyoloji literatüründe, dinin bu bütünleştirici ve düzenleyici rolünü ilk sistematik biçimde ele alanlardan biri Emile Durkheim olmuştur. Ona göre dinin özü, bireyleri bir araya getiren, onları ortak semboller ve ritüeller aracılığıyla bütünleştiren kolektif bir bilinç oluşturmasıdır. Durkheim, Avustralya’daki ilkel kabileler üzerine yaptığı saha araştırmalarında, en temel dini sistemlerin bile toplumsal dayanışmayı artırdığını ve bireyler arasında aidiyet duygusu yarattığını ortaya koymuştur. Bu kabilede her klan, bir totem hayvan ya da bitkiyle özdeşleşmiştir. Totem, hem kutsal bir varlık hem de klanın kimliğini temsil eden bir semboldür. Durkheim’a göre bu semboller, aslında toplumun kendisini temsil eder; insanlar tanrıya taparken aslında toplumun kolektif gücüne tapmaktadırlar. Dini ritüeller, yalnızca ruhani deneyimler değil; aynı zamanda topluluğun bir arada kalmasını sağlayan sembolik pratiklerdir. Bu bağlamda din, toplumun “yapıştırıcısı” işlevini gören bir sosyal kurumdur. Durkheim dinin toplumsal birliği vurgularken, Max Weber onun bireysel davranış ve ekonomik yapı üzerindeki dönüştürücü gücünü ele almıştır. "Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu" adlı eserinde Weber, özellikle Kalvinist Protestanlığın dünyaya karşı disiplinli, çalışkan ve tasarruf odaklı bir birey tipi oluşturduğunu savunur. Bu ahlaki çerçeve, Weber’e göre kapitalizmin gelişimini mümkün kılmıştır. Din burada yalnızca bir metafizik inanç değil; aynı zamanda "ekonomik zihniyetin kurucu unsuru" hâline gelir. Protestan birey, dünyevi başarıyı “ilahi seçilmişlik” ile özdeşleştirerek sermaye birikimini ahlaki bir görev gibi görmüştür. Bu yönüyle din, içselleştirilmiş bir davranış kılavuzu olarak toplumsal dönüşümün motoru olmuştur. Örneğin, Weber’in incelediği Benjamin Franklin’in özdeyişleri (“Zaman paradır”, “Kredi paradır”) bu zihniyetin yansımasıdır. Kalvinistler kazandıkları parayı lüks için değil, yeniden yatırıma dönüştürmek için kullanmışlardır. Burada, dinin yalnızca ahlaki değil, ekonomik davranışları da şekillendiren bir kültürel yapı olduğunu ortaya koyar. Durkheim ve Weber’in yaklaşımları, dinin hem toplumsal birlik hem de bireysel davranışlar üzerindeki dönüştürücü etkisini gözler önüne sererken; bu yapının evrenselliği konusunu tartışmaya açar.İnsan merkezli tanımların ötesine geçildiğinde, dinin izlerine başka canlıların sosyal yaşamlarında da rastlamak mümkün hâle gelmektedir Etolojik gözlemler, bazı hayvan türlerinde ritüel benzeri davranışların bulunduğunu ortaya koymuştur. Örneğin, primatolog Jane Goodall, şempanzelerin şelale veya şiddetli yağmur gibi doğa olayları karşısında “dans” ettiklerini ve bu davranışların bir tür huşu ya da doğaya karşı saygı ifadesi olabileceğini belirtmiştir. Benzer şekilde, Ronald K. Siegel’in Afrika fillerine dair gözlemleri, bu hayvanların dolunayda ayinsel banyo yaptıklarını ve ölülerini çamur, yaprak ve meyvelerle örterek adeta cenaze töreni düzenlediklerini göstermektedir. Yunusların da ölen grup üyelerinin cesetlerini günlerce taşıdığı ve dış müdahalelere karşı koruduğu belgelenmiştir. Bu davranışlar, yalnızca içgüdüsel tepkiler değil; aynı zamanda sosyal bağları güçlendiren, grup içi düzeni pekiştiren ve belki de “kutsallık” duygusunun evrimsel kökenlerine işaret eden örüntüler olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla dinî ritüellere benzer bu davranışlar, dinin yalnızca insanlara özgü bir yapı olmayabileceği yönündeki tartışmaları güçlendirmektedir. Tüm bu örnekler, dinî ritüellere benzer davranışların sadece insanlar arasında değil, bazı hayvan türlerinin sosyal yaşamlarında da belirgin biçimde ortaya çıkabileceğini göstermektedir.O hâlde şimdi, insan ve hayvan toplumlarında görülen bu pratiklerin hangi boyutlarda benzeştiğini, hangi yönleriyle özgünlük taşıdığını incelemek gereklidir. İnsan ve hayvan toplumlarında gözlemlenen ritüel pratikler incelendiğinde, bazı temel benzerliklerin varlığı dikkat çeker. Her iki yapı da bireylerin grup içindeki yerlerini anlamlandırmalarına, sosyal bağ kurmalarına ve topluluk normlarını içselleştirmelerine yardımcı olur. Örneğin, filler arasında gözlemlenen cenaze benzeri davranışlar, tıpkı insanlardaki ölüm ritüelleri gibi kolektif bir yas sürecini yansıtır. Benzer şekilde, şempanzelerin doğa olaylarına verdikleri tepkiler, kutsala yönelmiş bir huşu duygusunun evrimsel temellerine işaret edebilir. Ancak bu davranışların sembolik anlamlarla bilinçli olarak kurgulanıp kurgulanmadığı noktasında önemli bir ayrım ortaya çıkar. İnsanlarda din, tanrısal varlıkların bilinçli inancı ve karmaşık mitolojik sistemler üzerinden inşa edilirken, hayvanlardaki davranışlar daha çok içgüdüsel ve evrimsel olarak gelişmiş sosyal örüntülerdir. Bu fark, dinin yalnızca bir doğaüstü inanca indirgenemeyeceğini, aynı zamanda türler arası ortaklaşan bir sosyal düzen üretme biçimi olarak da değerlendirilebileceğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, her ne kadar bilinç düzeyi, sembolik anlam üretimi ve inanç sistemlerinin örgütlülüğü açısından farklılık gösterse de; ritüel benzeri davranışlar, dinin evrimsel ve toplumsal boyutlarının türler ötesi izlerini ortaya koymaktadır.
Sonuç olarak; inanç sistemleri yalnızca göğe yönelmiş gözlerin değil, birbirine bakan varlıkların da eseridir. İnsan toplumu kutsalı yüceltirken düzeni kurmuş, ritüeli oluşturmuş ve kimliğini inşa etmiştir. Ancak bu düzenin yankısı, hayvanlar âleminde de sürü hâlinde akan nehirlerde, ay ışığında yıkanan fillerle, ölen dostunu yalnız bırakmayan yunuslarda hissedilmektedir. Din, belki de bir türün tanrıyı araması değil; topluluğun kendi varlığını anlamlandırma çabasıdır. Bu çaba insana özgü olduğu kadar evrimin ortak bir mirası da olabilir.